«

Entropi Nereye Kadar ?

Masaya bıraktığımız bir bardak çay zamanla soğur, fakat hiçbir zaman kendiliğinden ısınmaz. Çünkü tabiattaki değişimler enerjinin niteliğini azaltan yönde gerçekleşir.* Buna göre çayın yüksek sıcaklıktaki enerjisi niteliğinden kaybederek çevre havaya geçer. Burada izafî olarak daha düzenli bir halden giderek ona göre daha düzensiz gözüken bir hale geçiş, yani entropi artışı sözkonusudur.

Çok büyük bir ormanda dolaştığımızı düşünelim; ağaçlar arasındaki uzaklıkların eşit olduğu bir orman. Bunun büyük ihtimalle insanlar tarafından yapıldığını düşünür ve şu sonucu çıkarırız: eğer tabiatın bizim günlük sağduyu ve pratik mantığımıza bakan yüzüyle kendi işleyişine müdahale edilmezse, düzensiz bir yapılanmaya, bir başka deyişle düzensizliğe gidiş daha büyük ihtimaldir.**

İstatistik mekaniğin ana sonuçlarından birisi de, tecrit edilmiş (kapalı) sistemlerin düzensizliğe meylettiği ve entropinin de bu düzensizliğin bir ölçüsü olduğudur. Yani kainatta kendisini dışarıya kapatan, enerji ve madde kayıplarını dışarıdan yeni madde ve enerji girdileriyle telafi etmeyen bütün sistemler bu anlamda bir düzensizliğe, dağılmaya ve ölüme doğru gitme eğilimindedir. Mesela bakımsız kalan bir bahçe; sulamadığımız, bakımını yapmadığımız bir ağaç; tamiri, tadilatı yapılmayan, zaman nehrinin sağından solundan aşındırdığı bir ev; Güneş (ve uzay) ile ilgisi kesilen ve kapalı sisteme dönüşen yeryüzü.

Fakat entropi denilen adetullahın kainat ve tabiat açısından birer istisnası var. Bugünkü bilgilerimize göre eğer madde ve zamanın ilk yaratılışı bir büyük patlama (big bang) ile başladıysa, bu patlamadan zaman içinde bugünkü galaksi ve yıldız sistemlerinin ortaya çıkması, özellikle de Güneş sistemi ve Dünya gibi dakik işleyen düzenlerin şekillenmesi entropinin geçerli olmadığı bir durumdur. Bununla irtibatlı bir diğer istisna tabiatta görülmektedir: Hayat. Bakımsız bir ağacın dalında çürümüş bir meyve toprağa düşer ve ölür. Ölmüş meyvenin ölmüş çekirdeği düştüğü yerde çürürken, yani entropiye boyun eğmiş görünürken yeni bir hayatın, yeni bir ağacın doğmasına vesile olur; entropiye direnir. İlahî kudret ölüden diri çıkartır. Sürülüp havalandırılan, sonra da ekilen, sulanan, çapalanan, zararlılara karşı ilaçlanan bir tarla da entropiye meydan okur. Tabiat baharda yemyeşil bir örtü olur, ürün verir. Kışın soğukluğunda ortada bir şey yok iken, az bir zaman sonra ilahî irade ortaya bir varlık getirir.

Aslında yaratılış hikmeti gereği, manevî yanı ağır basan bir varlık konumundaki insan için de aynı durum sözkonusudur. Kendi başına bırakılıp bedenen beslenmeyen ve korunmayan bir insan nasıl biyolojik ölüme giderse, manen doğru gıdalarla beslenemeyen, yaratılma sebebine uyanamayan, ruhun hayat derecesine çıkamayan insan da bozuşur, kokuşur, kendisine ve kainata karşı zararlı bir unsur haline gelir.

Bir çocuğun ileride kötü insan olması için, o çocuğun ruh terbiyesi konusunda herhangi bir çaba göstermemek yeterli aslında. Çünkü tahrip kolay ve herşey kendi haline bırakıldığında entropiye meyilli. İşte bu manevî entropiye yine ilahî iradenin meşieti gereği tek bir değerler sistemi izin vermez, direnir ve karşı çıkar: Din. Bu manada, Bediüzzaman’dan ilham alarak, “din hayatın ta kendisidir, hatta gerçek hayattır” diyebiliriz.

Zihin ve kalbin entropi kurbanı olmaması, yani hedefsiz, gayesiz (terbiye ve sevgiden yoksun) kalmaması, dolayısıyla ölçüsüz yaşamaması için aslında çok yönlü bir ihtimam gerekiyor. İnsan çok kıymetli bir varlık ve Yaratıcı’nın Rab sıfatının insan için tecellisi diğer canlılar için olandan çok farklı.

İnsan, teklif ve imtihan meydanı olan bu dünyada hem iyi, hem de kötüye meyilli bir fıtratta yaratılmış. Kendisine verilen istidatlar gelişmeye açık. Bu yüzden, yaratılışındaki mükemmellikle orantılı bir hikmetli terbiye insanı manevî entropiden korumak için teklif edilmiş. Çocukluktan itibaren güzel ahlak ile beslenen bir ruhun Yaratıcı’ya saygılı ve dürüst yaşamaya alışması, dolayısıyla zaman içinde dinin onun için ikinci bir tabiat haline gelmesi manen kokuşmaya yol vermemesi açısından önemli.

Kendilerine ve topluma zararlı insanlar nasıl ortaya çıkıyorlar ki?!… Onlar dünyaya bu halleriyle mi geliyorlar?!… Çocukluğunda ve gençliğinde ruhu aç bırakılmış, güzel ahlak adına hiçbir misalle karşılaşmamış, yaratılıştan murad edilen aydın(lanmış) insan ufkuna ulaşamamış insanlar bunlar. Mesela, başlangıçta suç işlemeye eğilimli hale gelen, zaman içinde de suç işlemeye alışan, çoğu kez “sokak çocuğu” diye nitelendirdiğimiz çocuklar, veya canavarlığı başka mahfillerde öğrenen dış görünümü düzgün çocuklar. Gözlerimizin önünde manevî bir entropi yaşayan insanlar bunlar. Karşılarına harikuladeden bir hüsn-ü misal çıkmadığı takdirde, ahsen olma potansiyellerini giderek yitiren ve yolu herzaman kolay olagelmiş esfel bölgesine doğru yürümeye devam eden insanlar. Koca koca adamlar; kaba, saldırgan, sürekli hak çiğneyen, insanların malını gaspeden, namusa saldıran, cana kıyan canavarlar… İkisini yanyana koyduğumuzda, işte bu diğerinin çocukluk hali veya öteki bunun ileride alacağı hal.

Biyolojik sistemlerin termodinamikle ilgili yönleri olduğu gibi, ahlakı belirleyen ruhî ve manevî sistemlerin de bu mukayeseye elverişli bir hakikati olduğunu görüyoruz. Biyolojik bir sistem dışa açık olduğu ve bu durumunu devam ettirdiği sürece hayatta kalma şansına sahip oluyor. Kapalı hale gelip dışarıdan beslenmediğinde, entropi kayıplarını dışarıdan telafi etme imkanı ortadan kalktığında ise, dağılmaya ve ölüme gidiyor. Mesela dünya üzerindeki hayat uzaya ve Güneş’e açık olması dolayısıyla açık sistem özelliği gösteriyor. Güneş’ten gelen ışık ve ısı, buna bağlı hava hareketleri burada hayatın devamlılığını sağlıyor. Yeryüzü’nün Güneş’le irtibatının kesilmesi ise onu ölüme götürüyor. Jeolojik geçmişte meydana gelmiş küçük kıyametler sırasında bu durumun görüldüğüne dair kuvvetli izler mevcut. Bir göktaşı çarpmasını takiben veya çok büyük bir volkanik faaliyet sırasında (gerek doğrudan, gerekse yangınlar sebebiyle) yukarıya yükselen toz, gaz ve küllerden dolayı güneş ışığının yeryüzüne ulaşamaması sonucu havanın kararması ve soğuması, fotosentezin durması, bitki örtüsünün ölmesi ve buna bağlı olarak besin zincirinin bozulması, ot ve etle beslenen hayvan topluluklarının kitleler halinde yokolması yeryüzünde kapalı hale gelen hayat sisteminin nasıl bozulduğunu gösteren misaller.

İnsan da açık bir sistem, hem ruhu hem bedeniyle. Bedenen ayakta kalabilmek için dışarıdan oksijen, su ve diğer gıdaları alarak, belli bir nem ve sıcaklık aralığında yaşayarak hayatiyetini devam ettiriyor insan. Manen ayakta kalabilmesi de, onu Yaratıcısı’na, kendisine ve insanlığa karşı müsbet bir varlık olma olgunluğuna ulaştıran ahlak ve terbiyenin muhtevasına bağlı. İnsanın aile, okul, medya veya diğer çevreden kaynaklanan menfî unsurlarla beslenmesi ve kötü ahlak(lılar) ile teması zahiren birşeyler ilave ediyor gibi görünse de, artıya eksi eklendikçe azalma olması gibi, hergün ondan birşeyler alıp götürüyor, onu huzursuz bir ruh durumuna getiriyor. Fizikî anlamda Dünya ile Güneş münasebeti nasıl yeryüzünü açık bir hayat sistemi olarak koruyorsa, manevî anlamda bütün bir insanlık ile hidayet güneşi (Şems-i Hidayet) Hz. Peygamber (sav) arasındaki münasebet de, dinin hayata hayat olması bakımından, insanlığın manen muhafazasını, olgunlaşmasını ve kul olma şuurunun artmasını sağlıyor. Bu noktada milletlerin, toplumların ve toplulukların açık sistem olmalarının da ne kadar önemli olduğunu görüyoruz. Nasıl bir ferd kendisini, çeşitli ortak paydalarla bağlı olduğu ve onun için manevî bir çatı hükmünde olan, onu dış dünyanın menfiliklerinden koruyan bir topluluktan ayırıp tecrit eder, yalnızlığa iterse manen çürüyüp yozlaşır, aynı şekilde kendisini dünyadaki müsbet gelişmelerden tecrit ederek içe kapanan, dolayısıyla gerektiğinde yenileyemeyen, zamanın nabzını tutamayan toplumlar da çeşitli zafiyetlere düçar olur, kendi kendini yemeye başlar, onun bu durumundan cesaretlenen hasımları da onunla kedinin fareyle oynadığı gibi oynar. Giderek düzeni bozulan sözkonusu toplum ve topluluk, bunun teşhisini de doğru koyamazsa fasit bir daire içine girer. İşte bu tepetaklak yuvarlanmayı “toplumun manevi entropisinin artması” olarak nitelendirsek yanlış olmaz herhalde.

Sonuçta insan (dolayısıyla toplum), Yaratıcısı’nın onu yaratmaktan muradına uygun bir hayatı akıl, kalp ve mana entropisine direnmekle, bu konuda göstereceği sürekli bir çabayla sürdürebiliyor. Aksi takdirde, “İnsan, kendine verilen irade, his, şuur gibi ahlak ve karakterinin oluşmasına vesile olabilecek ilk mevhibelerini değerlendirip Yaratan’ın emirleri istikametinde kendini sık sık yenilemezse, ‘kendi olarak’ kalması bir yana, bozulup gitmesi mukadder demektir.”

Yrd.Doç.Dr. Ömer Said GÖNÜLLÜ

* Termodinamiğin ikinci ilkesi
** Aslında bir ağacın dallanması ve dallarda yaprakların oluşması açık bir düzen gösterir, aynı şekilde yapraklar da toprağa bir hesap ile düşer ve zahiren bir mana ifade etmeyen şekilde dağılırlar. Teklif sırrından dolayı, yapraklar üstüste düzenli bir şekilde istiflenecek ve pratik sağduyumuzun görmeye alıştığının tersine anlamlı bir geometri oluşturacak şekilde düşmezler. Böyle dış görünüşü itibariyle de anlamlı bir görüntüyle karşılaştığımızda, buraya insan eli değdiğini düşünürüz (aslında abes iş görmeyen küllî iradenin ince hesabı gereği, bir yaprağın düşmesinden bir rüzgarın esmesine kadar kainattaki her hadise ve hareket O’nun takdiri ve izni iledir, dolayısıyla anlamlıdır fakat hadiseleri, günlük hayat akışımıza göre yaratılmış olan algılama hassamız derindeki bu hesabı, tıpkı fraktal geometride olduğu gibi, kolay kolay göremez)

Bu yazı toplam 19438 defa görüntülendi.
Entropi Logo