Doğada Egemen Olan ve Herşeyi Yöneten Yasa
Konu başlığı pek iddialı ve yadırgatıcı geldi mi bilmiyorum? Ama öyle de olsa belirttiği gerçeklik değişmez. Eğer başlık gibi bu son cümle de çok iddialı geldiyse hemen rahatlatayım. Bunu iddia eden ben değilim, alimler. Einstein’a göre Entropi Yasası bilimin birincil yasasıdır. Yani o, entropi yasasını, Yerçekimi Yasası’ndan ve kendi bulduğu Görecelilik Kuramı’ndan bile daha kalıcı ve önemli görüyor. Einstein bir dönemde, bilimsel yasaların en önemlisi hangisidir diye düşündüğünde şu gözleme varmış: “Bir kuram iddialarında ne kadar yalınsa, aralarında bağıntı kurduğu şeyler ne kadar farklı türlerde ise, ve uygulama alanları ne denli genişse, o kadar etkileyicidir. Klasik termodinamiğin üzerimdeki derin izleri bu yüzdendir. Eminim ki klasik termodinamik, evrensel içerikli tek fiziksel kuram olarak, temel kavramlarının uygulanabilirliği çerçevesinde hiçbir zaman yerinden edilemiyecektir.” Sir Arthur Eddington ise entropinin, “tüm evrenin en üstün metafizik yasası” olduğunu düşünüyor. Durum gerçekten böyle ise insanların çoğu entropi kelimesini neden ilk kez duymuş oluyor? Bu arada, onu hiç duymadan yaşayarak göçüp gidenlerin sayısının büyük olduğu da kesindir. Bu durum şöyle açıklanabilir. Yakın zamana kadar lise düzeyindeki fizik dersinde bile bahsedilmeyen entropi, üniversite ders programlarında bugün dahi sadece mühendislik, fizik, kimya öğrencilerine okutuluyor. Öğretildiğinde bile sırf termodinamik alanının bir konusu şeklinde işleniyor ve yalnızca problemler çözdürülüyor. Entropinin, düzensizlik veya kaosunun bir göstergesi olduğu, zaman boyutuyla ilişkisi, enerji ile ilgisi, ve nihayet, felsefî olarak evrenin bütününde nasıl içkin olduğu, yani o yapının nasıl temel ve ayrılmaz bir parçasını oluşturduğu biraz muğlak geçilerek, bunlar meraklısına bırakılır. Bir diğer çok önemli neden, insanlığın son dört yüzyılına damgasını vuran Newtoncu makina-dünya görüşünün, bugün bile egemenliğini sürdürmesi ve düşünceleri hala kalıplaştırması sonucu, kişileri saplantılara ve tartışmadan kabullere götürmesidir. Newtoncu dünya görüşü, temelinden yanlış olunca da, değerlendirmeleri bu temel üzerine yapılandırılmış modern çağ insanının evreni algılayışındaki sakatlık kaçınılmazdır.
Konuyu daha fazla açmadan, anlamayı kolaylaştırmak için modern dünya görüşündeki, yani makine-dünya yaklaşımındaki, yanlışı özetle gözden geçirelim. Az önce termodinamiğe değinilmişti. Termodinamiğin Birinci Yasası, “Evrendeki tüm madde ve enerjinin toplamı sabittir ve o ne yaratılabilir ne de yokedilebilir,” der. Özünü, aslını değiştiremez ancak şekil değiştirebilir. Termodinamiğin İkinci Yasası, diğer adıyla Entropi Yasası, “Madde ve enerjinin sadece bir yöne doğru değişebileceğini, bu yönün ise ?kullanılabilirden kullanılamaza, elde edilebilirden elde edilemeze, düzenliden düzensize? doğru olduğu”nu söyler. Aynı ifadeye biraz farklı açıdan yaklaşınca İkinci Yasanın temelinde bu fikir yatar. Evrendeki her şey belirli bir yapıya ve değere sahip olarak başladı, fakat geri dönülemez şekilde, gelişigüzel kaosa, ve ıskarta, ziyan veya atığa gidiyor. Entropi, evrenin bir altsistemindeki elde edilebilir enerjinin, elde edilemez enerjiye, veya kullanılabilir enerjinin kullanılamaz enerjiye ne ölçüde dönüşmüş olduğunu belirtir. Yine Entropi Yasası uyarınca – ki bu nokta çok önemli – ne zaman dünyada ya da evrende düzenli bir durum oluşsa, bu, yakın çevresinde daha büyük bir düzensizliğin oluşması pahasına gerçekleşir. Satır aralarını dikkatle okursak, Entropi Yasası, tarihin ilerleme demek olduğu fikrini yıkar. Bunun yanında, bilim ve teknolojinin daha düzenli bir dünya yarattığı fikrini de reddeder.
Bu noktada, bir dünya görüşünün temelde ne olduğunu ele alalım. İnsanlar tarih boyunca yaşamın çeşitli yönlerini anlamak ve düzenlemek için gönderme yapabilecekleri bir ölçüt veya referans çerçevesi kurmayı gereksinmişlerdir. Gündelik hayatın nasıl ve niçinlerini açıklayacak bir düzeni kurma ihtiyacı, her toplumun kültüründe temel unsur olagelmiştir. Bir toplumun sahip olduğu dünya görüşünün en ilginç yönü ise, onu paylaşanların, bu görüşün onların davranışlarını, bunun yanında, çevrelerindeki gerçekliği algılamalarını nasıl etkilediğinin bilincinde olmamalarıdır. Herhangi bir dünya görüşü, bireylerin onu çocukluklarından beri içselleştirdikleri ölçüde, yani doğruluğunu kabul edip kendi parçaları yaparak, o bakış açısını sorgulamadıkları ölçüde başarılıdır.
Batılı modern insana göre, bilgi ve tekniğin birikimiyle dünya giderek daha değerli bir konuma doğru ilerliyor. Bizler bireyin özerk bir varlık oluşuna, doğanın düzenli olduğuna, bilimsel gözlemin tarafsızlığına, insanların özel mülkiyeti hep arzulamış olageldiğine, kişiler arasındaki ilişkilerin başından beri rekabetçi karakter taşıdığına inanırız. Hatta bunların insanın tabiatında bulunduğunu ve bu nedenle değişmez olduklarını sanırız. Bu inanç elbette ki doğru değildir. Zira tarihin farklı dönemlerinde başka toplumlar ve uygarlıklar, bizim insan doğasına bağladığımız bazı fikirlerimizi akıllarına bile getirmemişlerdir. Bir dünya görüşünün gücü de zaten bundan kaynaklanır. Gerçeklik konusundaki bakış açımız, üzerimizde o denli etkilidir ve bizi o derece şartlandırır ki, dünyaya başka türlü bakabilme olasılığını akla getiremeyiz. Böyle düşününce de tarihin geçmiş çağlarında farklı toplumların değişik dünya görüşleri taşımış olduğunu gözden kaçırırız. Halbuki Entropi Yasası şimdiki paradigmanın geçersizliğini gösterince, yetiştirildiğimiz eski paradigma ile, kendini giderek kanıtlayan yeni entropi yasası arasında sıkışıp kalacak bizim nesil, yanlışlığı bu kadar açık olan ilke ve düşüncelere nasıl böyle körü körüne inandığımıza şaşacaktır. Yeni paradigmayı kabullenmeye başladığımızda herhalde önce kendimizi yabancı diyardaki insan gibi rahatsız hissedeceğiz. Başka deyişle, eski dünya görüşümüzden tamamiyle kurtulamayacağımız için bu yeni dünya görüşünü, tıpkı bir ikinci lisanda olduğu gibi, onda kendimizi tümüyle rahat hissetmeden, ve günlük hayatımızda onunla kendimizi bütünüyle ifade edemeden benimseyeceğiz. Halbuki bizler entropik dünya görüşüne dönüşümü sağlayabilirsek, bu bakış açısı torunlarımıza çok doğal gelecektir. Onu hiç düşünmeden, ve onun üzerlerindeki etkisinin bilincinde olmadan onunla yaşayacaklardır. Tıpkı Newton mekaniğinin bizi sarmalamasının farkında olmadığımız gibi.
Şimdi konuyu biraz değiştirip Batı uygarlığını benimsemiş toplumların, Newtoncu dünya görüşünden önce hangilerini paylaştığına değinelim. İlk aşamada klasik Yunan’daki dünya görüşü ile karşılaşırız. Eflatun, Aristoteles ve diğer Yunan filozofları bugünkü dünya görüşünün tamamen aksini düşünüyorlardı. Bugün, evrenin kuruluşunda bir kaosun hüküm sürdüğü, ve zamanla bu kaosun düzene dönüştüğü görüşü (“ordo ab chao”) geçerlidir. Halbuki Grekler, evrenin “chao ab ordo” diye ifade edilebilecek “düzenden kaosa” sürüklendiğine inanıyorlardı. Çünkü onlara göre tarih, hep bozulmaya doğru giden bir süreçti. Romalı Horace, entropinin temel ifadesi olan Termodinamiğin İkinci Yasasını hiç bilmezken, onu çok güzel özetleyen “Zaman, dünyanın değerini azaltıyor,” düşüncesine nasıl varabilmişti? Yunan mitolojisi, tarihi, her biri bir öncekinden daha haşin, daha zorlu ve daha bozulmuş olan beş aşamaya ayırır. İ. Ö. 8. yy.’da tarihçi Hesiod bunları Altın, Gümüş, Pirinç, Kahramanlık ve Demir Çağları diye adlandırır. Hesiod’a göre bereket ve huzur dönemi olan Altın Çağ bir zirveydi. O dönemde Olimpus tanrıları altın bir insan nesli yaratmıştı ve onlar yüreklerinde endişe, ağır iş ve zorluktan uzak keyif içinde tanrılar gibi yaşıyorlardı. Yaşlılığın düşkün günlerini yaşamıyorlar, sanki gözkapaklarına uykunun ağırlığı çökmüşçesine ölüp gidiyorlardı. Hesiod’un Altın Çağ betimlemesi Thomas Hobbes gibi biri tarafından peri masalı diye bir kenara atılırdı muhakkak ki. Çünkü Hobbes’a göre insanlığın doğa içindeki başlangıcı “yalnız, fakir, kötü, kaba ve kısa bir öyküydü.” Ancak bugün antropologlar Hesiod’un yorumuna daha yatkınlar. Günümüzde kalan az sayıdaki avcı-toplayıcı insan gruplarının incelenmesi Hesiod’un anlattıklarını destekler yönde. Örneğin modern insan haftada sadece kırk saat çalışma zorunluluğuyla ve yılda iki hafta veya daha fazla tatil yapabilmesiyle övünüyor. Halbuki avcı-toplayıcı toplumların çoğu, haftada yalnız on iki ile yirmi saat arası çalıştıklarından, her yıl haftalar veya aylarca hiç iş yapmadıklarından, bizim koşullarımızı katlanılamaz sayarlar. Bu insanların günleri oyunlar, spor, sanat, müzik, dans, törenler ve yakınlarını, ziyaretle geçer. Ayrıca zannedilenin aksine, halen dünyadaki en sağlıklı insanlar arasında oldukları, modern tıbbın yardımı olmaksızın altmışlı yaşlarını tamamladıklarından bellidir. Bu tür topluluklarda işbirliği ve paylaşma prim yaptığı için, savaşa ve birbirlerine karşı saldırganlığa eğilim azdır. Hesiod, hayatın kötülüklerini içeren kutunun kapağını Pandora’nın açmasıyla Altın Çağın ansızın sona erdiğini söyler ve şöyle devam eder: “Sonraları nihayet Demir Nesli geldiğinde, gece-gündüz işe, üzüntüye, olumsuz etkenlere mahkûm hayatlar başladı. Artık oğul babayla, baba oğluyla, arkadaş arkadaşla aynı fikirde değillerdi. Ebeveynler çabuk yaşlanıyor ve saygı görmüyorlardı. Dürüst ve iyi adam, sözünü tutan kişi tutulmuyor, tersine kötülük yapanlar, gururlular ve edepsizler saygınlık görüyordu. Hak, güçlü olanındı, gerçek ise dillerden uzaklaşmıştı.” Hesiod’un kelimeleri eminim sizde de güncel çağrışımlar yaptırmıştır.
Yunanlılar, Tanrı yarattığı için dünyanın mükemmel olup, ebedî olmadığına ve çürümenin tohumlarını kendi içinde taşıdığına inanıyorlardı. Dünya Altın Çağda, yaratıldığı ilk mükemmel halini korumuş ama sonraki çağlarda kaçınılmaz çürüme kanununa boyun eğmişti. Evren, tohumunda bulunan bozulma süreci bitiminde son kaosa yaklaşınca Tanrı müdahale ederek onu tekrar başlangıcındaki mükemmeliyet koşullarına döndürüyor ve bütün süreç yeniden başlıyordu. Böylece eski Yunan’ın bu dünya görüşünce tarih, mükemmeliyete giden birikmeli bir ilerleme değil, düzenden kaosa yol alan ve kendini sonsuza kadar yineleyen bir çevrimdi.
Tarihi “çürüyen çevrimsel süreç” olarak görmek, Yunan’ın toplumun nasıl düzenlenmesi gerektiği konusundaki fikrini derinden etkiledi. Eflatun ve Aristoteles en az değişimin yaşandığı sosyal düzenin en iyisi olduğunu düşünerek, dünya görüşlerinde “sürekli değişme ve büyüme” kavramlarına yer vermediler. Çünkü büyüme, dünyada daha yüksek değer ve daha fazla düzen değil, tam aksi demekti. Eğer tarih, ilk mükemmel halin birbiri ardına gelen çentiklerle bozulmasını ve başlangıçtaki bolluk ve varlığın kullanılmasını temsil ediyorsa, ideal halin, çürüme sürecini olabildiğince yavaşlatan hal olması gerekirdi. Yunanlılar değişim ve gelişmeyi hep artan bir çürüme ve kaosla ilişkilendirdiler. Böylece bu doğrultuda amaçları, dünyayı bir sonraki nesle mümkün olan en az “değişim” ile bırakmaktı.
Batı Avrupa’da eski Yunan’ın dünya görüşü, Ortaçağda Hıristiyan dünya görüşü oluşuncaya kadar hükmünü sürdürdü. O dönemin Hıristiyan toplumları dünya hayatına, sonrakine hazırlayan bir aşama diye baktılar. Hıristiyan görüşü Yunan’ın çevrimler kavramını terketmekle birlikte, aynen onlar gibi tarihe, çürüyen bir süreç şeklinde bakışını korudu. Hıristiyan teolojisine göre tarihte, Yaratılış, Kurtuluş ve Kıyamet’ten oluşan belirgin bir başlangıç, orta bölüm ve son vardır. İnsanlık tarihi çevrimsel olmayıp bir düz çizgi şeklinde düşünülmesine rağmen herhangi mükemmel bir hale doğru gittiğine inanılmıyordu. Bunun aksine, kötülük güçlerinin dünyada kaos ve çözülme ektiğini düşünüyorlar ve tarihi, sürüp giden bir çatışma olarak görüyorlardı. Ayrıca Yahudilik ve İslam’da olmayan ilk günah doktrini, insanoğlunun yazgısını bu hayatta iyileştirmesine zaten imkan tanımıyordu. Bir kul olan insanın tarihi yapması veya değiştirmesi nasıl düşünülebilirdi ki? Ortaçağ bakış açısına göre dünya, Allah’ın her bir eylemi kontrol ettiği, çok katı biçimde yapılandırılmış bir düzendi. Tarihi ancak Allah yapardı, insanlar değil. Kulların özgürlüğünden ve haklarından bahsetmek boşunaydı, onların görev ve yükümlülükleri vardı ancak. Yunan’ın tarih kavramındaki gibi gelişme ve maddi kazanıma yer yoktu. İnsanın amacı birşeylere erişmek değil, kurtuluşa varabilmekti. Bu çerçevede toplum da, her kişinin bir rol üstlendiği, ilahî olarak yönlendirilen organik ve ahlaksal bir organizmaydı.
Sorbonne Üniversitesi tarih hocası Jacques Turgot 1750 yılında ileri sürdüğü yeni kavramla dünya tarihinin yapısını temelinden değiştirdi. Bu görüşüyle Eflatun, Aristo, Aziz Paul (Pavlos), Aziz Augustin yanında, Klasik çağ ve Ortaçağın tüm düşünsel dahilerine meydan okuyup, modern zamanların ilerleme ideolojisinin ilk önemli değişik yorumunu dile getirmişti. Turgot hem tarihin çevrimsel karakter taşıdığını, hem de sürekli bozulma kavramlarını reddetti. O, tarihin bir düz çizgide gittiğini ve tarihteki her aşamanın, bir öncekinden daha fazla gelişmişlik sergilediğini kesin bir ifadeyle ileri sürdü. Ona göre tarih, birikmeli olmanın yanında ileriye gidici bir nitelikteydi. Yunan’ın kararlı veya direşken hal filozofları ve Roma Kilisesi dinadamlarından tamamen ayrılarak, sürekli değişim ve hareketin erdemini belirtti. Bu arada ilerlemenin engebeli olduğunu, hep aynı tempoda gitmediğini, zaman zaman batağa saplandığını, hatta birkaç adım gerilediğini teslim ediyordu ama, tarihin genelde bu dünya hayatında genel çizgisiyle hep mükemmeliyete doğru ilerlediğine sarsılmaz biçimde inanıyordu.
Turgot’ un bu geniş çerçeve fikrini Bacon, Descartes, Newton, Locke, Adam Smith, Darwin, Spencer gibi bilimadamları kendi alanlarında doldurarak ona öz kazandırıp modern görüşü, yani makine-dünya görüşünü şekillendirdiler. Anılan isimlerin özellikle ilk üçü çok kimse tarafından modern görüşün mimarları sayılır. Şimdi onların ileri sürdüğü ve modern Batı insanının kolektif bilinçaltına yerleşen fikirleri ile, bunların anlam ve önemini gözden geçirelim. Yunanlılar için bilimin amacı, şeylerle ilgili olarak daha ziyade metafizik yönü ağır basan “niçin” sorusunu araştırmaktı. Modern çağın entellektüel devleri ise şeylerin “nasıl” sorusuna yanıt arıyordu. Örneğin, eminim her birimiz “Olayları ve dünyayı olmasını istediğin gibi değil, olduğu gibi kabul et ve ona göre davran,” nasihatını duymuş veya söylüyoruzdur. Bunu demekle biz farkında olmadan, “İnsan kavrayışında kurulacak gerçek dünya modeli, kişinin sandığı gibi değil, aslında olduğu gibi olmalıdır,” diyen Bacon?dan alıntı yapıyoruz. Bacon burada çağdaş bilimsel yönteme gönderme yapıyor. Bu yöntem, gözlemciyi gözlemlenenden ayıran, ve böylece “nesnel bilgi”nin gelişmesini sağlayacak tarafsız ortamı yaratan yaklaşımdır. Bacon nesnel bilginin insanların doğal şeyler, yani cisimler, kimyasallar, mekanik güçler, bunlara benzer sonsuz sayıda başka şeyler, üzerinde egemen olmasına izin vereceğine inanır. Bacon modern zamanların ayakları yere basan pragmatistlerinin ilkidir. Onun için, bir dahaki sefere “Nesnel (objektif) olmaya çalış”, “Bunu bana kanıtla”, “Bana sadece gerçek verileri söyle”, sözlerini duyduğumuzda Bacon’ı hatırlayalım. “Benzetmekte hata olmaz,” diyen atalarımız doğruysa, biz de şu benzetmeyi yapalım. Bilimsel filozof Bacon 1620?de yeni dünya görüşünün kapısını ancak aralamıştı ki, matematikçi Descartes hızla içeri dalıp yeni yerleşim planını bildirdi. Onu da az sonra matematikçi-fizikçi Newton izleyerek dükkanı açıp, işe başlamayı sağlayan tüm alet-edevatı getirdi. Descartes doğadaki her şeyi sadece hareket halindeki maddeye dönüştürdü. Kaliteyi de kantiteye, yani niteliği niceliğe indirgedikten sonra kendinden emin biçimde, “Önemli olan yalnızca alan ve konumdur,” dedi. Matematik, en temelinde düzen demek olduğuna göre, Descartes dünyada herhangi bir yönüyle karışık ve düzensiz olan şeylerle, canlı olan her şeyi eledi. Onun dünyasında her şeyin kendi yeri vardı ve tüm ilişkiler uyumluydu. Dünyada kesinlik ve duyarlılık mevcuttu, kargaşaya yer yoktu. Yunan?ın tarih konusundaki “yayılan kaos ve çürüme” düşüncesi matematiksel olmadığından yanlıştı. Hıristiyan düşüncesi hakkındaki yargı ise bundan biraz daha iyiceydi. Tanrı yaşamın olaylarına durmadan karışırsa, doğadaki düzenin işleyişi hassas olarak bilinemezdi. Geçerli bir dünya görüşü olabilmesi için mekanik paradigma bütünüyle tahmin edilebilir olmalıydı. Demek ki burada, işleyiş kurallarını dilediğince değiştirebilen bir Ulûhiyet düşünülemezdi. Böylece Tanrı dikkatlice ve nazikçe sahne arkasına alındı. Tabii ki bütün evreni planlayan ve harekete geçiren, ama artık kozmik sahnenin bir başka etkinliğiyle meşgul olan en büyük matematikçi olduğu için O’nu kutlamak ihmal edilmiyordu. Fakat zamanla, daha sonraki nesillerde Tanrı, dünyanın işleyiş düzeni içinde adeta tümüyle unutuldu.
Bütün doğayı matematiksel yasalarla açıklama başarısını gösteren Newton 1727’de öldüğünde ona kraliyet cenaze töreni yapıldı. Kendisi göçmesine rağmen, ona son şeklini verdiği makine-dünya görüşü, yerine iyice yerleşiyordu artık. Mekanik görüş yalnızca hareket halindeki maddeyi konu alıyordu çünkü matematiksel yolla ölçülebilen tek şey hareketli cisimlerdi. Sırf bu nedenle bile, getirilen ancak makinelere ilişkin bir dünya görüşü olabilirdi, insanlara uygun olamazdı. Ama olay ne yazık ki bu doğrultuda gelişmedi. Yaşamın niceliklerini tamamlayan nitelikler ayıklanınca, mekanik paradigmanın elinde tümüyle ölü maddeden ibaret, soğuk, cansız bir evren kaldı. Fakat insanların gözü, bütün o matematiksel formüller ve fiziksel açıklamalardan kamaşmıştı bir kere. Bu arada yitirdiklerini değil, sadece elde ettiklerini görüyorlardı. Çünkü nihayet çok uzun zamandır aranılan, evrenin nasıl işlediği sorusunun yanıtı bulunmuştu. Şeylerin gerçekten bir düzeni vardı. Ama hala da etrafa bakılınca insanların günlük eylemlerinin neden o denli karmakarışık olduğunu anlayamıyorlardı. Bunun cevabı da gecikmedi. Toplumdaki yanlışlıkların sebebi, insanların evreni düzenleyen mekanik(!) kanunlara uygun davranmamasıydı. Bu düşünceye dikkatinizi çekerim. Birer makine olmayan insanlardan, mekanik yasalara uygunluk bekleniyordu. Düşünebiliyor musunuz?….. Yine de, doğa yasalarının insana ve toplumsal kurumlara nasıl uygulanacağını bulmaya kararlıydılar. Buldular da. Artık insanlığın hayatta yeni bir amacı vardı. Öbür dünyada kurtuluşa ermek düşüncesi bitmişti . Yerine geçen yeni fikir, bu dünyada mükemmelliği aramaktı. Bu arada, Bacon?ın Tanrı?yı doğadan uzaklaştırması gibi, Locke da Tanrı?yı insanların işleri ve ilişkilerinden çıkardı. Böylece kadınlar ve erkekler de donuk, mekanik bir evrende diğer madde parçalarıyla etkileşen yalın, fiziksel olgulara dönüştü. Locke düşüncelerini şöyle sürdürdü. Topluma egemen olmuş gereksiz gelenek, görenek ve boş inançlar ayıklanırsa, görülür ki toplumu oluşturanlar, kendi anlamlarını yaratan, sadece ve sadece kendilerinin maddî varlıklarını korumak ve arttırmak isteyen bireylerdir. Böylece, devlete şekil veren yegane temelin kişilerin çıkarları olduğu kabul edilince, toplum da kaçınılmaz olarak maddeci ve bireyci oluyor. Bu noktada artık değer yargıları kayboluyor ve toplum kişisel çıkar üzerine kuruluyor. Locke’ın mekanik dünya görüşünü, toplum ve devlet konusuna uyarlamasını, Smith ekonomiye, Darwin biyoloji ve doğa bilimlerine, Spencer sosyal felsefeye, onları izleyen bir çok bilimadamı da müspet ilimlere uygulayınca ortaya, dünyada bugün şahit olduğumuz çarpık ve tatsız tablonun çıkışı kimseyi şaşırtmamalı. Bu düşüncelerin ve şartlanmaların mirasçısı olan nesillerden dünyayı cennet bahçesine dönüştürmesi herhalde beklenemezdi. Böylesi taş ve harçla ancak böylesi bir yapı çıkar.
Sürekli ilerleme fikrine dayanan makina çağının ana fikri, “Gelişme, doğanın, ondaki düzensizliklerin insan aracılığıyla giderilmesi veya kontrol altına alınması yoluyla, daha düzenli maddî bir ortama dönüştürülmesidir,” diye özetlenebilir. Farklı söylemek gerekirse, “İlerleme doğal dünyadan, ilk haline kıyasla daha fazla değer yaratmaktır,” denebilir. Peki ne oldu da Newtoncu görüşün doğruluğu, geçerliliği tartışılır oldu? Bunun en kestirme yanıtı, mekanik dünya görüşünün gücünün azalması, kendine temel yaptığı ve onu besleyen enerji ortamının kendi sonuna – güncel teknik deyimiyle, “ısı ölümü”ne – yaklaşıyor olmasıdır. Gelecek nesiller, yaklaşık dört yüzyıllık Modern Çağ denilen döneme dönüp baktıklarında hayretle başlarını sallayacaklardır. Zira Yunan’ın tarihi beş döneme ayıran dünya görüşü bize ne ölçüde bilinçsiz, safça ve çocukça geliyorsa, sonraki nesiller Modern Çağa aynı gözle bakacaklar.
Entropik dünya görüşünün ana fikirlerini ele almaya başlayalım. Aslında bunlar yepyeni, günümüze kadar hiç akla gelmeyen, temelden devrimci düşünceler değil. Şimdiye kadarki toplumlar bu gerçekleri yarıbilinçli veya bilinçsiz hissederek kültürlerinin parçası yapmışlardır. Demek ki insanoğlu entropi yasasını resmen veya bilimsel olarak bilmese de, sezgisel olarak onun hep farkında olmuş. Örneğin, şu lafları şimdiye değin hiç duymayanımız var mı? “Suyu tersine akıtamazsın” , “Her şeyin bir bedeli vardır” , “Karşılıksız hiçbir şey olmaz” , “Almadan vermek ancak Allah’a mahsustur.” Bu sözler yeni görüşün, asırlardan süzülüp gelen ve günlük hayatımıza bilgece giren yansımaları. Yani entropik bakış açısının bilimsel olmayan ifadeleri. Amerikan Cree kızılderililerinin kehaneti şöyle der: “Ancak son ağaç kesildikten, ancak son ırmak zehirlendikten, ancak son balık tutulduktan sonra, parayı yemenin mümkün olmadığını anlayacaksın.” Bu özdeyiş sezgisel entropik yaklaşıma başka bir misal. Halbuki sırf Hıristiyanlıkta değil, İslam’da da geçerli görüş, her şeyin, “yaratılmışların en şereflisi” olan insan için olduğu değil mi? Fakat bu inancın ancak yarısı doğru. Aslında yaratılan her şey, yaratılmış her diğer şey içindir. Yani doğada bir karşılıklı etkileşim, karşılıklı yararlanma ve bağımlı olma vardır. Bütün varlıkların, insanoğlunun onları sonsuz bir hırsla, bilinçsizce talan etmesi için yaratıldığı fikri bana sağlıksız ve çok dar açılı geliyor.
Bu denemenin başlarında belirtilen, termodinamiğin birinci ve ikinci yasaları tek bir cümleyle ifade edilebilir: “Evrenin toplam enerji içeriği değişmezdir ve toplam entropi sürekli artar.” Bu, enerjinin yaratılamıyacağı ve yokedilemiyeceğini belirtir. Demek ki, evrendeki enerji miktarı zamanın başlangıcında sabitlenmiş ve zamanın sonuna, kıyamete dek sabit kalacaktır. Mesela, bir miktar ısı alalım ve onu işe dönüştürelim (yani onunla bir iş yapalım). Böyle yapmakla ısı yokedilmiş olmaz. O enerji başka bir yere aktarılmış, veya başka bir enerji biçimine dönüştürülmüş olur. Bunu daha somut bir örnekle açıklamak için bir otomobil motoru düşünelim. Benzindeki enerji, motorun yaptığı iş, artı açığa çıkan ısı, artı ekzostan dışarı atılan enerjilerin toplamına eşittir. Enerji yokolmayıp sadece şekil değiştirdiğine göre herşey enerjiden yapılmıştır. Bunu hemen anlayabilmek, kabul edebilmek biraz zor olsa da gerçek budur. Var olan herşeyin biçimi, durumu ve hareketi, çeşitli enerji yoğunluklarının ve dönüşümlerinin sonucudur. Bir insan, bir gökdelen, bir otomobil, veya bir ot parçası hep bir durumdan bir diğer duruma aktarılmış enerjiyi temsil eder. Bir varlık veya cisim ortadan kalktığında içerdiği enerji yokolmaz, çevredeki başka bir yere transfer edilir. “Günışığının altında yeni hiçbir şey yoktur,” sözü bu gerçekliği belirtir. Bunu kendimize her nefes alışımızda kanıtlamamız mümkün, çünkü bir zamanlar Socrates?in soluyup dışarı vermiş olduğu nefeste bulunan aynı azot moleküllerinden ikisini bugün bile her nefesimizde içimize çekiyoruz.
Eğer gözönüne alınması gereken termodinamiğin sırf birinci yasası olsaydı sorun çıkmazdı ve enerji tekrar tekrar kullanılabilirdi. Maalesef işler böyle yürümüyor. Örneğin, bir kömür parçası yakılırsa, kömürün içerdiği enerji korunur fakat karbon monoksit, karbon dioksit ve kükürt dioksit gibi gazlara dönüşüp uzaya yayılır. Bu süreçte toplam enerji kaybolmamakla birlikte biliyoruz ki, yanmış bir kömür parçasını yeniden yakarak ondan bir kez daha enerji sağlayamayız. İşte bu gerçekliğin açıklamasını termodinamiğin ikinci yasası yapar. “Enerji bir durumdan başka bir duruma dönüştürülünce bir bedel veya ceza ödenir,” der. Bu bedel, daha sonra bir iş yapılmak istendiğinde kullanılabilecek enerjideki azalma demektir. Bu azalma için kullanılan terim entropidir. Yani entropi, artık o “tekrar kullanılarak işe dönüştürülemeyecek” enerji miktarı demektir.
Burada biraz teknik olmak gerekiyor. Enerjinin işe dönüştürülebilmesi için bir sistemin değişik bölümleri arasında farklı enerji yoğunluğu olması gerekir. İş yapılırken enerji mutlaka yüksek yoğunlukta olduğu bölgeden, alçak yoğunlukta olan yere akar. Tersi olamaz. Enerjinin bir düzeyden başka bir düzeye gittiği her sefer, bir sonraki seferde kullanılabilecek ve işe çevrilecek enerji miktarı azalır. Barajdan bırakılan su bir nehir veya göle düşerken elektrik üretmekte veya bir çarkı döndürmekte kullanılabilir. Ama yüksekliğini kaybedip alt seviyede bir yere vardığında artık iş yapabilecek durumda değildir. Düz bir satıha yayılan su en ufak bir çarkı bile çevirebilip, yararlı iş yapamaz. Bu iki tür enerji düzeyine, elde edilebilir yani serbest enerji hali, ve elde edilemez yani bağlanmış veya kısıtlı enerji hali denir. Doğada herhangi bir şeyin meydana geldiği her an, bir miktar kullanılabilir enerji, daha sonra kullanılamıyacak duruma geçer. Kullanılamıyan enerji, kirlenmenin diğer yüzüdür. İnsana ilk anda tuhaf geliyor çünkü olaya böyle bakmaya alışmamışız. Çoğu insan, kirliliği üretimin bir yan ürünü olarak görür. Aslında çevre kirliliği, bu açıdan bakılınca, dünyada artık kullanılamıyacak hale dönüşmüş enerjinin toplamı demektir. Iskarta veya atık ise boşa harcanmış enerjiyi temsil eder. Entropi kelimesinin isim babası Clausius adlı termodinamikçidir. Clausius, bir sistemdeki enerji düzeyi farklarının daima eşitlenme eğilimi taşıdığını söyler. Denge hali, sistemdeki enerji düzeyleri arasında fark kalmadığı durumdur. Denge halinin başka bir ifade şekli, entropinin maksimuma ulaşarak, daha fazla iş yapabilecek serbest, kullanılabilir enerjinin tamamen yitirilmesidir. Clausius?un enerji düzeyi eşitlenmesi kuralı, “Dünyada entropi, yani kullanılamaz enerji miktarı, daima maksimuma gider,” şeklinde de söylenebilir.
Akla, “Entropi prosesi tersinebilir, yani geriye döndürebilir mi?” sorusu geliyor. Bu mümkün olmasına rağmen, sevindirici bir şey değil. Çünkü entropiyi belirli bir zaman ve yerde geri döndürebilsek bile bunun da bedeli ödenir. Bu bedel, o işlem için ek enerji harcamaktır ki, bu da çevrenin toplam entropisini arttırır. Bu açıklama, maddeleri gerikazanmanın da ancak kısmî çözüm olabileceğini gösteriyor. Çünkü, birincisi, gerikazanmada hiçbir zaman yüzde yüze yaklaşılamaz. İkincisi, gerikazanılması mümkün bölüm için de fazladan kullanılabilir enerji harcayarak ortamın toplam entropisini arttırmak kaçınılmazdır.
Tekrar tekrar vurgulanması gereken konu, ne yaparsak yapalım, dünyadaki maddesel entropinin sürekli arttığı ve sonuçta bir maksimuma erişmesinin zorunlu olduğudur. Çünkü dünya bir kapalı sistem olduğu için etrafıyla, örneğin güneşle olduğu gibi, enerji alışverişinde bulunuyor ama madde alışverişi yok. Bu açıdan dünya evrenin kapalı bir altsistemi. Bazıları zanneder ki, güneş enerjisini maddeye dönüştürmek olanaklıdır. Halbuki böyle bir şey müthiş bir organizma olan evrende bile gerçekleşmiyor. Evrende sadece enerjiden yapılan madde önemsenmeyecek kadar az. Fakat tersine, muazzam miktarlarda madde durmadan enerjiye dönüşüyor. Sanırım bütün bu anlatılanlarla entropik dünya görüşünün canalıcı noktası ortaya çıktı. Dünyada sürekli maddî ilerleme ve sürekli üretim ve tüketim sınırsız değildir. Madde ve enerji tüketimini hızlandırdıkça, kullanılabilir enerjiyi kullanılamaza çevirmeyi de süratlendirmiş oluruz. Yani, dünyanın ısı ölümü denilen, kullanılabilir enerjinin sıfırlanıp her şeyin hareketsiz kalacağı maksimum entropi haline daha çabuk varırız. Bu nedenle gereğinden fazla ve hızlı, madde ve enerji tüketiminden kaçınan yeni bir dünya görüşünün geçerli kılınması gereklidir. Görüldüğü gibi dünya, Newtoncuların sandığı gibi “yağma Hasan’ın böreği” değildir. Kullanılabilir serbest enerjiyi bitirdiğimiz an, hareket yeteneğimizi ve iş yapabilme imkanımızı da tüketeceğiz. Bu nedenle “ısı ölümü” deyimi, kıyametin diğer bir adı olabilir.
Newtoncu makina-dünya görüşü taraftarlarının taşıdıkları at gözlüklerini artık çıkarıp atmalarında hem kendileri hem dünya için yarar var. Zira Entropi Yasası hükmünü tıpkı ölüm gibi ayrıcalıksız sürdürür. Nasıl ölüm onu kabul edip etmememize bağlı değilse, evrensel nitelik ve geçerliliğe sahip Entropi Yasası da, onun gerçeğini idrak edemesek bile, bizleri işleyişine bağımlı kılar. Onun hükmü de kaçınılmazdır. Bu nedenle bize ne denli uzak gözükse de, onu anlamaya çalışma ve gerçekliğine uyma akıllılığı ve uzakgörüşlülüğünü tüm insanlığın içselleştirmesi gerekir. Çünkü bazı gerçekler ama acele etmeden, ama şamata çıkarmadan, fakat mutlaka ona başını çevirenlere haddini bildirir. Denemeyi bir anekdotla bağlamak istiyorum. Adamın biri yerçekimi yasasının doğru olmadığı konusunda ısrar eder dururmuş. Tanıdıkları onu bu gerçekliğe inandırmak için bin türlü dil dökmüşler. Bunlardan bıkan adam, görüşünün doğruluğunu ve yüksekten yere düşse de ölmeyeceğini kanıtlamak için kendisini bir gökdelenden atacağını söyleyince arkadaşları vazgeçirmek için boşuna uğraşmışlar. Nitekim bir gün adam kendini gökdelenin tepesinden aşağı bırakmış. Bir yandan düşüp otuzuncu, kırkıncı, ellinci katları geçerken diğer yandan hala şöyle düşünüyormuş, “İşte onlara gösterdim, buraya kadar her şey iddia ettiğim gibi gidiyor.” Umarım insanlık makina-dünya görüşünün buna benzer aymazlığından en kısa zamanda kurtulur.
Güngör Kavadarlı